PİJAMA

avatar

Serdar Sevgi

  • e 2

    Mutlu

  • e 0

    Eğlenmiş

  • e 0

    Şaşırmış

  • e 0

    Kızgın

  • e 0

    Üzgün

Merhaba ben İman. Iman Khakbaz. İranlıyım. Bu Humeyni gelmese başımıza, inan aranızda olmazdım. Bu satırları yazdıran bir kalbe bile sahip olmayabilirdim. Milat’tan önce ve sonraki hayatımda yaşadıklarıma belki şahit bile olmazdınız. Şahit de olmayınız zaten. Düşman başına…

                Öyle bir zeki, öyle yetenekli bir babanın evladıydım ki ben, birazdan anlayacaksınız ne demek istediğimi. Benim babam öyle yetenekli bir ustaydı ki…  Küçük bir dükkân olarak açtığı tamirci dükkanını İran’ın en büyük garajı haline getirdi. Tüm markalar babama bayilik vermek için yarışa girmiş o zamanlar. Babam BMW’yi seçmiş. İran’ın tüm BMW’leri bizim dükkânda tamir edilirdi. Akıllı Babam Bmw satışına da başlamış sonra. Showroom kurmuş yani. Bu sayede annemin eli hiç sıcak sudan soğuk suya değmemiş. Bir hizmetçi yetmemiş, ikincisini getirmiş babam kocaman evimizin içine.

                İlk başlarda ülkede bir şeyler olduğunun farkına varmamış, çok çalışmaktan ve bizle ilgilenmekten. Öğretmenlerimiz Erfan’ın müziğe, benim de resime ilgimiz olduğunu söylemiş mesela. İran’ın en iyi hocalarını getirtmiş bize. Ben o zamanları kaybedince ve üstüne de o zamanları düşününce ve onunla yetinmeyip, araştırıp okuyunca öğreniyorum bunları.

                Bizim hayatımızda iki tane telefon vardır hayatımızı değiştiren. Birincisi babamın ölüm haberini veren hastane telefonu. İkincisi doğru bildiğini hiçbir zaman esirgemeyen Annem ’in doğrularından dolayı ülkemizi terk etmemiz gerektiğini belirten telefon.

                İkisinde de çok kayıplar verdik. O iki telefonda da hayatlarımız o kadar değişti ki… İlkinde çok para kaybettik. Akbaba gibi üşüştü akrabalarımız babamın mirasına. Koca bir pastadan, çeyreğinden çeyreği, bir dilim bir şey kaldı elimize. Dimdik durdu annem gördüğü haksızlık karşısında, amcalarım çok güçlü olmasına rağmen. O kocaman havuzlu jakuzili evimizi satıp, küçük bir daireye soktu bizi. Geri kalan parayı avukatlara yatırdı, savaşmak için. Hata yaptı! Ama nereden bilsin ülkenin başına şeriat geleceğini. Nerden bilsin adalet kelimesinin anlamını yitirip ülkesini evini terk etmek zorunda kalacağını.

                Böyle başladı Türkiye maceramız. Vizyoner kadındı annem. İngilizce ve Fransızca bilirdi. Okuduğu mecmualardan Türkiye’de yaşam kalitesi en iyi şehir seçilen şehir olan Eskişehir’e getirdi bizi. Evi yerleştirir yerleştirmez de o yarım bildiği Türkçesiyle Efran’a piyano, bana da resim malzemeleri alıp gelmiş. Ne çok mutlu olmuştuk o gün. Yokluğumuzu ve özellikle babasızlığımızı hissetmeyelim diye pervane olmaya çalışıyordu etrafımızda.

                Hazıra dağ dayanmazmış. Annem bizi karşısına alıp güzel güzel konuşup anlatmaya başlayınca anladık, Efran’la.

                ‘’Paramız bitiyor, çalışmamız lazım’’ dedi. Efran bana göre daha disiplinlidir. Ertesi sabah erkenden kalkıp tertemiz giyinip iş aramaya çıkmış. Eve gelip ‘’Ben iş buldum.’’ deyince kendimden çok utandım. Mekaniğe yetenekliydi Efran ve özellikle motorlara. Babamdan geçmiş sanırım bu özelliği.

O sabah evden çıkınca caddede, büyük motorların olduğu bir dükkân görmüş. ‘’Ahmet Usta,’’ derlermiş, bir sahibi varmış. Asılları Romanya’ya ya dayanırmış. Efran o motorları görünce, oturmuş caddenin karşısına. Dükkân kapalıymış. Tam yarım paket sigara içmiş o dükkânın önünde. Altmışını aşmış Ahmet Usta dükkâna gelip çalışmaya başlamış. Her boşlukta caddenin karşısındaki Efran’a çarpmış gözü. “Gel!” diye işaret etmiş. O Türkçe konuşurken, anlamamış Efran. Nasıl anlasın? Daha iki ya da üç aylığız Eskişehir’de. Ama Ahmet Usta öyle mi? Yılların gerçek ustası. Çağırmış Efran’ı yanına. İlk bir çay vermiş eline, sonra sormuş el ve göz hareketleriyle. ‘’ Bu motoru dağıtabilir misin?” diye.

Dağıtmış bizim Efran. Eline bir kâğıt almış kritik parçaları işaretlemiş de güzelce. Gözleri parlamış Ahmet Usta’nın. Kâğıda çizdiği çizimlerde arızayı göstermiş sonra. Ahmet usta kafasını okşayıp, kahve yapmış ona elleriyle. Sonra telefonu eline alıp bir Mercedes tamirhanesine telefon etmiş. Bir taksi çağırmış. Efran oraya gidince dükkânın sahibi onu kapıda karşılamış. Taksici de para almamış üstelik. Efran pür dikkat arabaların motorlarını incelemeye koyuldukça, Ahmet Usta da onu hiç ihmal etmemiş. Her fırsatta aramış. Efran maaşını alıncaya kadar hep Ona destek vermiş…

   Bu, her ne kadar gurur verse de bana, içten içe bozulmadım desem yalan olmaz. Benim de bir şey yapmam lazımdı çünkü! Efran mekanikten anlıyordu ama benim anladığım bir şey yoktu. Bir resim çizerdim ben, bir de motor binerdim.

                Yarı Türkçemle sokaklarda eleman aranıyor ilanlarına bakmaya başladım. Yolum Ahmet Abi ile Mustafa Abi’nin abur cubur pizza dükkanına düştü. Dükkanlarının camında “motorlu kurye aranıyor” yazıyordu. Motoru anlamıştım ama kuryeyi bilmiyordum. Dükkânın içine girdim. ‘’Selamın Aleyküm’’ dedim.

                Ahmet Abi öyle güzel ‘’Aleykümselam, buyur kardeş’’ dedi ki o an ona içim çok sıkıldı. ‘’Kurye ne demek’’ diye sordum, ‘’Sen yabancı mısın?’’ diye sordu.

                ‘’İranlıyım ama iyi motor kullanırım’’ dedim.

                ‘’Eskişehir’i biliyor musun.’’

                ‘’Navigasyon var.’’

                ‘’Kurye ne demek?’’

                ‘’Biz pizza yapıyoruz. Pişen pizzayı yemek isteyen eve götüren kişiye kurye denir.’’

Mustafa Abiymiş, o an öğrendim. Tepeden aşağıya süzen gözleriyle ‘’Adın ne senin?’’ diye sordu. ‘’İman’’ dedim.

‘’Yarın on iki’de burada ol.’’ deyince ertesi gün on bir ellide dükkânın kapısındaydım.

Bilal oğlana anlatır gibi anlattı bana yapmam gerekenleri.

O gün başladım işe. Ne Ahmet abi ne Mustafa abi hiç dalga geçmedi benimle. Hep destek oldular dilime. Ahmet abinin kucaklayıcı bir tarafı vardı. Ses tonundaki yumuşaklık insanın yüreğini okşarken, Mustafa Abinin sertliği rahmetli babamı hatırlatırdı. Hele bir gün sarhoş bir müşteriyi bir dövdü ki, o günden sonra hep desturla yaklaştım yanına. Ama çok dolu adamdı Mustafa Abi.

Bu işten sonra Eskişehir sokaklarını avucumun içi gibi bilmeye başladım. Envai çeşit insanla tanışıyordum. Bu benim sanatıma çok iyi geliyordu. Mesela ayda bir maaş alınca gecekonduda kalan bir fabrika işçisinin evine de pizza götürüp onların yaşantısını, o çocukların o pizza kutusundaki heyecanı görüyordum. Lüx bir rezidansta bana aşağılayıcı gözlerle bakan lümpen kişiler de denk geliyordu. Seviyordum o yüzden ben bu işi.

Eskişehir sokakları kavşak gibidir. O gün iş çok yoğundu. Bir paketi bırakıp diğerine koşuyordum. Altı ayrı sipariş koymuştum çantaya. Bu konuda dürüst olacağım, o an yeni çizeceğim resmi düşünüyordum. İl Emniyet Müdürü, Abdülhamit tablosu istemişti çizmem için. İyi para da veriyordu üstelik. Ama ben kendi tablomu düşünüyordum, bir gün açacağım galeri için. Bahçelievlerdeydim. Hızlı gidiyordum. Yolun ağzında bir arabanın bana vurduğunu hatırlıyorum. İnanın arkası yok.

Gözlerimi açtığımda tertemiz pijamalar içerisinde bir hastane odasındaydım. Oda boştu. Çok korktum. Korkumu yendikten sonra kafam çalışıp olanları hatırlamaya başladım. O tablo yüzünden buradaydım ben. Araba çarpmıştı. Ambulans gelmişti. Mustafa Abi başımda ağlıyordu. Sonrası yok.

Ben tüm süreci hatırlamaya çalışırken bir hemşire geldi başıma.

 ‘’İmaaaan’’ dedi.

 Şaştım.

Heyecanı o kadar ürküttü ki beni. Ne oluyor dedim.

‘’Evet buyrun.’’ diyebildim.

‘’Şükür kurtuldun.’’ Dediğinde taksi baya hızlıymış diye düşündüm.

‘’Çok şükür’’ diye ekledi ardından.

Bir tuhaf oldum. Sanki su altından su yüzeyine çıkıyor gibiydim. Bakışları, sesi ve yaklaşımı ile beni suyun yüzeyine çekiyordu.

Öyle güzel, öyle şefkatli bakıyordu ki…  Koluma takılan serumdan daha iyi iyileştiriyordu beni. Öyle zarif, öyle güzel, öyle cana yakındı ki…

‘’Kendine gelmene çok sevindim, çok üzülmüştüm.’’ dedi.

Ne diyeceğimi bilemediğim bir halde, yarı şaşkınlık, yarı hayranlıkla ona bakıyordum. O kadar güzeldi ki…

‘’Neyse sen dinlen’’ dedi odadan çıkarken.

Mustafa Abi geldi daha sonra.

‘’Ne o len paçayı yırtmışın’’ dedi.

Ben o esnada üzerimdeki pijamaya bakıyordum. Çok pamuklu ve çok şık bir şeydi. Babam ölmeden önceki giydiklerim gibiydi yani.

                O esnada odaya başka bir hemşire girdi. Ben de tam o esnada ‘’Abi bu pijamaları nereden aldınız, çok güzelmiş’’ dedim.

                Mustafa Abi gayet rahat bir şekilde,

                ‘’Ne pijaması oğlum, biz almadık ki.’’

                Yeni hemşirenin sesi çıkarttı gerçeği.

                ‘’Gönül Abla aldı size bu pijamayı. Kaç gece de başınızda bekledi.’’

Size gerçekten bir şey itiraf edeyim mi? Gerçekten çok kıskanırdım Efran’ı. Ama şu an hangimiz çok şanslı onu sorgulamaya başladım.

                                                                                                                                             Eskişehir

                                                                                                                                             Bir hastane odası.

                Serdar SEVGİ

etiketlerETİKETLER

Sıradaki içerik:

PİJAMA